Peygamberimizin Ahlakı ile İlgili Hadisler | İslami Forum, Dini Forum, İslami Forum Sitesi

Peygamberimizin Ahlakı ile İlgili Hadisler

Admin

Administrator
Yönetici
Admin
Katılım
Nis 14, 2019
Mesajlar
1,558
Tepkime puanı
76
Puanları
0
Peygamberimizin Ahlakı ile İlgili Hadisler
532
Peygamber (s.a.v.) Efendimizin ahlakı nasıldı? Peygamberimizin (s.a.v.) ahlaki özellikleri nelerdir? Peygamberimizin (s.a.v.) örnek ahlakı ile ilgili hadisler.
Tarih boyunca Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz dışında, her yönüne alaka duyulmuş ve bütün özellikleri inceden inceye tespit edilmiş ikinci bir insan daha bulmak mümkün değildir. Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, örnek şahsiyetini oluşturan bütün hususlar anlatılmaya çalışılsa, ciltlerle kitap yetmez.

İslamı ilimler de, temelde[1] ve ictihad[2] noktasında Allah Rasulü’nün çeşitli yönlerini kendilerine delil edinmişlerdir. Bu sebepledir ki Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in her yönü değişik ilim dalları tarafından ayrı ayrı ele alınıp işlenmeye çalışılmıştır.

Nitekim 1400 küsur seneden beri te’lıf edilen bütün İslamı eserler, bir kitabı, yani Kur’an-ı Kerım’i ve bir insanı, yani Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i ızah etme gayreti içindedir.

Bir yaratılış harikası olan Fahr-i Kainat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i, beşerı istıdad ve takat dahilinde kamilen kavrayabilmemiz mümkün değildir. Çünkü bu alemden alınan intibalar, O’nu ızah ve idrakte kifayetsiz kalır. Bir bardağa, bir ummanı sığdırmak mümkün olmadığı gibi, Nur-i Muhammedı’yi idrak de layıkıyla mümkün değildir.
 

Admin

Administrator
Yönetici
Admin
Katılım
Nis 14, 2019
Mesajlar
1,558
Tepkime puanı
76
Puanları
0
Fuzulı söz söylemeyip her kelamı hikmet ve nasıhat idi. Lügatinde asla dedikodu ve malayani yoktu. Herkesin akıl ve idrakine göre söz söylerdi.

Mülayim ve mütevazı idi. Gülmesinde kahkaha gibi aşırılık olmazdı. Daima mütebessim idi.

O’nu ansızın gören kimseyi haşyet sarardı. O’nunla ülfet ve sohbet eden kimse, O’na can u gönülden aşık ve muhib olurdu.

Derecelerine göre fazılet erbabına ihtiram eylerdi. Akrabasına da ziyade ikram ederdi. Ehl-i beytine ve ashabına hüsn-i muamele ettiği gibi, diğer insanlara dahı rıfk ve lutuf ile muamele ederdi.

Hizmetkarlarını pek hoş tutardı. Kendisi ne yer ve ne giyer ise, onlara da onu yedirir ve giydirirdi. Cömert, ikram sahibi, şefkatli ve merhametli, gerektiğinde cesur ve gerektiğinde de halım idi.

O’nun cömertlik ve kerem hususundaki derecesini layıkıyla takdır edebilmek mümkün değildir. O’nun cömertliği, fakirlikten korkmayan bir kimsenin ikram edişinden daha ileri seviyede idi.

Hazret-i Cabir -radıyallahu anh-’ın beyanı vechile:
 

Admin

Administrator
Yönetici
Admin
Katılım
Nis 14, 2019
Mesajlar
1,558
Tepkime puanı
76
Puanları
0
“Kendisinden bir şey istendiğinde, «hayır» dediği vakı değildi.” (Müslim, Fedail, 56)

Akrabalarını en çok ziyaret eden, halka en fazla şefkat ve merhamet gösteren, insanlara en güzel şekilde muamele eden, kötü ahlaktan en çok sakınan, en güzel edep ve ahlak sahibi, O idi.

“Kıyamet gününde mü’min kulun terazisinde güzel ahlaktan daha ağır bir şey bulunmaz. Allah Teala çirkin hareketler yapan, çirkin sözler söyleyen kimseden nefret eder.” buyururdu. (Tirmizı, Birr, 62/2002)

Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ahid ve vaadinde sabit ve sözünde sadık idi. Ahlak, akıl ve zeka bakımından bütün insanlardan üstün ve her türlü medh ü senaya layık idi.

Hüznü daimı, tefekkürü aralıksız idi. Zaruret olmaksızın konuşmazdı. Sükunet hali uzun sürerdi. Bir söze başlayınca onu yarım bırakmaz, tamamlardı. Birçok manaları birkaç kelimede toplar öyle söylerdi. (Cevamiu’l-kelim idi.) Sözleri tane tane idi. Ne lüzumundan fazla ne de az idi. Yaratılış olarak yumuşak olmasına rağmen gayet salabetli ve heybetli idi.

Hakka itiraz edilmesinin ve hakkın çiğnenmesinin haricinde öfkelenmezdi. Bir hak çiğnendiği zaman, hak yerini buluncaya kadar öfkesi devam ederdi. Ancak hakkı tevzı ettikten sonra sükunete bürünürdü. Asla kendisi için öfkelenmezdi. Sırf şahsına taalluk eden bir hususta kendisini müdafaa etmez, kimseyle münakaşaya girişmezdi.

O, kimsenin hanesine izin almadıkça girmezdi. Hane-i saadetlerine geldiği zaman da evde kalacağı müddeti üçe bölerdi; birini Allah’a ibadete, diğer vaktini ailesine, üçüncüsünü de şahsına ayırırdı. Kendisine ayırdığı zamanını avam-havas insanların hepsine tahsıs eder, onlardan kimseyi mahrum bırakmazdı. Hepsinin gönlünü fethederdi.

Belli bir yerinde oturmanın adet edinilmesini önlemek için mescidlerin her yerinde oturduğu olurdu. Yerlere ve makamlara kudsiyyet izafe edilmesini ve meclislerde tekebbüre medar olacak bir tavır takınılmasını istemezdi. Bir meclise girince, neresi boş kalmışsa oraya oturur, herkesin de öyle yapmasını arzu ederdi.

Kim O’ndan herhangi bir ihtiyacını gidermek için bir şey istese, o ister ehemmiyetli, ister ehemmiyetsiz olsun, onu yerine getirmeden huzur bulamaz, ihtiyacı halletmesi mümkün olmadığı takdırde, hiç olmazsa güzel bir söz ile muhatabının gönlünü almaktan geri kalmazdı. O, herkesin dert ortağı idi. İnsanlar, hangi makam ve mevkıde olursa olsun, zengin-fakir, alim-cahil O’nun yanında insan olmak haysiyetiyle müsavı bir muameleye nail olurlardı. Bütün meclisleri hilim, ilim, haya, sabır, tevekkül ve emanet gibi fazıletlerin carı ve hakim olduğu bir mahaldi.

Ayıp ve kusurlarından dolayı kimseyi kınamaz, ıkaza ihtiyaç duyduğunda bunu, karşısındakini rencide etmeyecek bir şekilde zarif bir ıma ile yapardı. Hiç kimsenin zahire çıkmamış ayıp ve kusuruyla meşgul olmadığı gibi, bu tür hallerin araştırılmasını da şiddetle men ederdi.

Fahr-i Kainat Efendimiz, sevabını umduğu meseleler haricinde konuşmazdı. Sohbet meclisleri vecd içinde idi. O konuşurken etrafındakiler öyle hayran olur ve can kulağıyla dinlerdi ki, Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sohbetinde büründükleri huzur ve edep halini:

“Sanki başımızın üzerinde bir kuş var da kıpırdasak uçuverecekmiş gibi sükunetle otururduk.” şeklinde ifade ederlerdi. (Ebu Davud, Sünnet, 23-24/4753)

O’ndan ashabına akseden edep ve haya o derecede idi ki, kendisine sual sormayı bile -çoğu kere- cür’et telakkı ederlerdi. Bu yüzden, çölden bir bedevı gelerek Hazret-i Peygamber’e sual sorup sohbete vesıle olsa da, O’nun feyiz ve ruhaniyetinden biz de istifade etsek diye beklerlerdi.

O, hayatı boyunca bir samimiyet abidesi oldu. Gönlünde olmayan bir şeyi hiç söylemedi. Ahlakı ile adeta canlı bir Kur’an idi. Bizzat yapmadığı bir işi başkalarına emretmezdi.[5]
 

Admin

Administrator
Yönetici
Admin
Katılım
Nis 14, 2019
Mesajlar
1,558
Tepkime puanı
76
Puanları
0
Çünkü O’ndaki güzellik, heybet, nuraniyet ve letafet o derecede idi ki, Allah’ın peygamberi olduğuna dair, ayrıca bir mucize, delil ve bürhana ihtiyaç yoktu.

Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- bir şeyi arzu etmediği zaman, derhal sımalarından fark edilir, bir şeyi beğenince de memnuniyeti hissedilirdi.

Cism-i nazıfanelerinde zindelik, kuvvetli haya ve müthiş bir azim bir arada idi. Rikkat-i kalbiyesinin derinliğini ızah etmek ise mümkün değildir.

Yüzünde nur-i melahat, sözlerinde selaset (akıcılık), hareketlerinde letafet, lisanında talakat, kelimelerinde fesahat, beyanında fevkalade belağat vardı.
 

Admin

Administrator
Yönetici
Admin
Katılım
Nis 14, 2019
Mesajlar
1,558
Tepkime puanı
76
Puanları
0
PEYGAMBERİMİZİN TEVaZuSU
Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- kısa zamanda dünyada hiçbir kralın ulaşamayacağı derecede imkanlara kavuştuğu, insanların ideal bir mürebbı olarak kalplerini fethettiği halde, ayaklarının altına serilen bu büyük dünya nımetlerinin hiçbirine iltifat etmeyerek eski mütevazı yaşayışına devam etti. Önceki gibi, kerpiçten yapılmış mütevazı odasında sade ve fakir bir şekilde yaşadı. Hurma yaprağıyla doldurulmuş bir şilte üzerinde uyudu. Basit elbiseler giydi. En zayıf insanın hayat tarzının bile altında yaşadı. Bazen de yiyecek hiçbir şey bulamadığı halde, Rabbine şükredip açlığını bastırmak için karnına taş bağladı. Bütün günahları affedilmiş olduğu halde, tevbe, şükür ve niyazına devam etti. Ayakları şişinceye kadar gecelerini namazla geçirdi. Mazlumların imdadına yetişti. Yetimlerin, kimsesizlerin, gariplerin tesellısiydi. O, emsalsiz büyüklüğüne rağmen, en aciz insanlarla bizzat meşgul oldu. Hatta onlara, engin şefkat ve merhametiyle daha ziyade kol-kanat gerdi.

İnsanlar nezdinde en kuvvetli göründüğü Mekke’nin fethi günü, korku ve heyecanla ve adeta titremekten dişleri birbirine vurarak:

“–Ya Rasulallah! Bana İslam’ı telkin buyurunuz!” diyen hemşehrisine, imkanlarının en zayıf olduğu zamandan şu misali zikrederek sükunet telkın etti ve:

“–Sakin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. (Muhtereme validelerini kasdederek) Kureyş’ten güneşte kurutulmuş et yiyen senin eski komşunun yetimiyim!..”[6] diyerek tarihe ka’bına varılmaz (topuğuna dahı erişilmez) bir tevazunun zirvesini hediye eyledi.

Yine aynı gün ihtiyar babasını sırtına alarak huzuruna getiren ve ona ıman telkın etmesini isteyen Yar-i Gari[7] Hazret-i Ebu Bekir’e:

“–Ya Eba Bekr! Şu ihtiyar babanı neden buraya kadar yordun? Biz onun yanına gidemez miydik?!.”[8] karşılığını verme fazıletini gösterdi.

Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- daima acz içinde olduğunu bildirirdi. Kendi halini şöyle ılan ederdi:

“Ben de sizler gibi bir insanım. Bana sadece vahyolunuyor!..” (el-Kehf, 110)

O, rasullüğünü tasdık cümlesinin başına bilhassa ve ısrarla “abduhu: Allah’ın kulu” kelimesini ilave ederek, ümmetini geçmiş milletler gibi sapıklığa düşmekten muhafaza ediyordu.

Kendisine aşırı tazim gösteren kimselere:

“Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Allah Teala beni «Rasul» edinmeden önce «Kul» edinmişti.” (Heysemı, IX, 21) ikazında bulunuyordu.

Allah Rasulü’nün dört kişinin taşıyabildiği garra adlı bir yemek kabı vardı. Kuşluk vakti girip Duha namazı da kılındıktan sonra, içinde tirit bulunan bu yemek kabını getirdiler. Ashab-ı kiram da etrafına toplandı. Sahabıler çoğalınca Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de diz çöktü. Bunu gören bir bedevı, böyle mütevazı bir oturuş karşısında hayret ederek ve biraz da yadırgayarak:

“–Bu nasıl bir oturuş böyle?” dedi.

Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de:

“–Allah Teala beni şerefli bir kul olarak yarattı (mütevazı bir kul kıldı), inatçı bir zorba değil!” buyurdu. (Ebu Davud, Et‘ime, 17/3773)

Yani asla mağrur ve kibirli insanlar gibi hareket etmeyeceğini beyan etti.

Yine bir defasında:

“–Hiç kimse amel ve ibadeti sayesinde cennete giremez!” buyurmuştu.

Ashab-ı kiram hayretle:
 

Admin

Administrator
Yönetici
Admin
Katılım
Nis 14, 2019
Mesajlar
1,558
Tepkime puanı
76
Puanları
0
“–Siz de mi ya Rasulallah?” diye sordular:

“–Evet ben de!.. Meğer ki Rabbimin lutf-i ilahısi imdada yetişe!.. Zira O’nun fazlı, rahmet ve mağfireti beni bürümedikçe ben de cennete giremem! Yaptığım ameller beni de kurtaramaz!..” buyurdular. (Buharı, Rikak, 18; Müslim, Münafikun, 71-72; İbn-i Mace, Zühd, 20; Darimı, Rikak, 24)

Yine Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- gurur, kibir ve ucub sevkiyle giyinenlerin kıyamet günü rezillik elbisesi giyeceğini ifade ederek ümmetini cehennem ateşine karşı ıkaz buyurmuşlardır. Bu hususla alakalı hadıs-i şerıflerden bazıları şöyledir:

“Allah, büyüklük taslayarak elbisesinin eteklerini yerde sürüyen kimsenin kıyamet gününde yüzüne bakmaz.” (Buharı, Libas, 1, 5)

“Kim dünyada şöhret elbisesi giyerse, Allah Teala ona kıyamet gününde mezellet (alçaklık) elbisesi giydirir.” (İbn-i Mace, Libas, 24)

Yine Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- kendi hissesine düşen ganimetleri bile hemen dağıtır, ümmetinin maddı bakımdan en alt seviyede olanlarının hali üzere mütevazı bir hayat yaşardı.
 

Admin

Administrator
Yönetici
Admin
Katılım
Nis 14, 2019
Mesajlar
1,558
Tepkime puanı
76
Puanları
0
PEYGAMBERİMİZİN CÖMERTLİĞİ

Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- kendisini bir infak memuru olarak nitelendirir, her şeyi verenin ve sahibinin Allah olduğunu ifade ederdi.

Kureyş müşriklerinin ekabirinden Safvan bin Ümeyye, müslüman olmadığı halde Huneyn ve Taif gazalarında, Rasul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında bulunmuştu.

Cırane’de toplanan ganimet mallarını gezerken Safvan’ın bu mallardan bir kısmına büyük bir hayranlık içinde baktığını gören Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- :

“–Pek mi hoşuna gitti?” diye sordu. “Evet.” cevabını alınca:

“–Al hepsi senin olsun!” buyurdu.

Bunun üzerine Safvan kendisini tutamayarak:

“–Peygamber kalbinden başka hiçbir kalp bu derece cömert olamaz.” diyerek şehadet getirdi ve müslüman oldu.[9]

Kabılesine dönünce de:

“–Ey kavmim! (Koşun,) müslüman olun! Çünkü Muhammed, fakirlik ve ihtiyaç korkusu duymadan çok büyük ikram ve ihsanlarda bulunuyor.” dedi. (Müslim, Fedail, 57-58; Ahmed, III, 107)

Yine birisi gelerek Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den bir şey istedi. Allah Rasulü’nün o an, ona verecek hiçbir şeyi yoktu. O kişiye, borçlanarak ihtiyacını karşılamasını ve kendisinin o borcu ödeyeceğini taahhüd etti. (Heysemı, X, 242)[10]

Ceddi İbrahim -aleyhisselam- gibi hiçbir yemeği misafirsiz, yalnız başına yemezlerdi. Vefat edenlerin borçlarını ödettirir veya öderdi. Borçları ödenmeden cenaze namazlarını kılmazlardı. Bir hadıs-i şerıfte:

“Cömert insan Allah’a, Cennete ve insanlara yakın; Cehennem ateşine uzaktır. Cimri ise, Allah’a, Cennete ve insanlara uzak; Cehennem ateşine yakındır!..” buyurmuşlardır. (Tirmizı, Birr, 40/1961)

Diğer bir hadıs-i şerıflerinde de:

“Gerçek mü’minde şu iki haslet asla bir araya gelmez: Cimrilik ve kötü ahlak!..” buyurmuşlardır. (Tirmizı, Birr, 41/1962)
 

Admin

Administrator
Yönetici
Admin
Katılım
Nis 14, 2019
Mesajlar
1,558
Tepkime puanı
76
Puanları
0
PEYGAMBERİMİZİN TAKVASI
O, insanların en müttakısi idi. Cenab-ı Hak’tan kendisine takva bahşetmesini isteyerek şöyle niyazda bulunurdu:

“Allah’ım! Nefsime takvasını ver ve onu tezkiye et! Sen onu en iyi tezkiye edensin. Sen onun velısi ve Mevla’sısın.” (Müslim, Zikir, 73)

“Allah’ım! Sen’den hidayet, takva, iffet ve gönül zenginliği istiyorum.” (Müslim, Zikir, 72)

Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- takvası sebebiyle fakirler gibi yaşardı. Hazret-i aişe validemiz, Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, ömrü boyunca iki gün üst üste arpa ekmeği ile, bir başka rivayette de üç gün üst üste buğday ekmeğiyle karnını doyurmadan ahirete intikal ettiğini bildirmektedir. (Buharı, Eyman, 22; Müslim, Zühd, 20-22; İbn-i Mace, Et’ıme, 48)

Yine Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- ümmetini takva hayatına teşvik ederek şöyle buyururdu:

“Şüphesiz benim dostlarım müttakılerdir.” (Ebu Davud, Fiten, 1/4242)

“Her nerede olursan ol Allah’tan ittika et ve kötülüğün arkasından hemen bir iyilik yap, bu onu yok eder. İnsanlara iyi ahlakla muamele et!” (Tirmizı, Birr, 55/1987)

Hakıkı takvayı elde edebilmenin yolunu ise şöyle gösterirlerdi:

“Kul, mahzurlu şeylere düşme endişesiyle mahzuru olmayan bazı şeyleri (haram mı helal mi olduğu tam olarak bilinemeyen şüpheli şeyleri) de terk etmedikçe gerçek müttakılerin derecesine ulaşamaz.” (Tirmizı, Kıyame, 19/2451; İbn-i Mace, Zühd, 24)

O’nun nazarında ne beyazın siyaha, ne de bir başka milletin diğer millete üstünlüğü vardır! Üstünlük ancak takva iledir. (Ahmed, V, 158)

Takva hususunda Hazret-i ısa -aleyhisselam-’ın da güzel bir tarifi vardır:

Bir kimse ısa -aleyhisselam-’a gelerek:
 

Admin

Administrator
Yönetici
Admin
Katılım
Nis 14, 2019
Mesajlar
1,558
Tepkime puanı
76
Puanları
0
“–Ey hayır ve iyiliklerin muallimi! Bir kul, Allah Teala’ya karşı nasıl takva sahibi olur?” diye sordu.

ısa -aleyhisselam-:

“–Bu kolay bir iştir:

Allah Teala’ya derin bir muhabbetle bağlanırsın,

O’nun rızası için gücün yettiğince salih amellerde bulunursun,

Bütün ademoğullarına da, kendine acır gibi şefkat ve merhamet gösterirsin!” cevabını verdi. Sonra da şöyle buyurdu:

“–Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi sen de başkasına yapma! O zaman Allah’a karşı hakkıyla takva sahibi olursun.”[11]

Hazret-i Ömer -radıyallahu anh- da, bir gün Übey bin Ka’b -radıyallahu anh-’a takvanın ne olduğunu sorar.

Übey -radıyallahu anh-:

“–Sen hiç dikenli bir yolda yürüdün mü ey Ömer?” diye sorar.

Hazret-i Ömer:

“–Evet, yürüdüm.” karşılığını verince bu sefer:

“–Peki, ne yaptın?” diye sorar.

Hazret-i Ömer:

“–Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar vermemesi için bütün dikkatimi sarf ettim.” cevabını verir.

Bunun üzerine Übey bin Ka’b -radıyallahu anh-:

“–İşte takva budur.” der.[12]

Peygamber Efendimiz’e manen en yakın kimseler, müttakılerdir. Muaz bin Cebel -radıyallahu anh- der ki:

“Rasul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- beni Yemen’e vali olarak gönderirken, uğurlamak için Medıne’nin dışına kadar teşrıf etti. Ben binek üzerindeydim, O ise yürüyordu. Bana bazı tavsiyelerde bulunduktan sonra:

“–Ey Muaz! Belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin! İhtimal ki şu mescidimle kabrime uğrarsın!” buyurdu.

Bu sözleri duyunca, O azız dosttan, yani Allah Rasulü’nden ayrılmanın verdiği hüzünle ağlamaya başladım. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- :

“–Ağlama ey Muaz!” buyurdu ve sonra yüzünü Medıne’ye doğru çevirerek:

“–İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun Allah’a karşı takva sahibi olan müttakılerdir.” buyurdu.[13]

PEYGAMBERİMİZİN ZÜHT HAYATI
Zaman gelmiş bütün ülkeler, severek Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in himayesine girmişti. Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- Arabistan’a baştan başa hakim olmuştu. Dilediği her şeyi yapabilirdi. Böyle iken O, yine sade hayatına devam etti. Kendisinin hiçbir şeye malik olmadığını söyledi. Ve bütün her şeyin Allah’ın yed-i kudretinde olduğunu bildirdi. Zaman oldu, eline bol servet geçti. Hazıneler yüklü deve kervanları, Medıne-i Münevvere’ye servet akıttı. O, bunların hepsini ihtiyaç sahiplerine dağıtıp zahidane hayatını aynen devam ettirdi. O:

“Uhud Dağı kadar altınım olsa -borçlarım için ayıracağım miktar hariç- üç günden fazla saklamazdım.” buyuruyordu. (Buharı, Temennı, 2; Müslim, Zekat, 31)

Günler geçerdi, Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in evinde yemek pişirmek için ateş yanmazdı; çok defa aç yatardı. (Ahmed, VI, 217; İbn-i Sa‘d, I, 405)

Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallahu anh- Hazret-i Peygamber’in hane-i saadetlerine gelmişti. Odanın içine şöyle bir göz gezdirdi. Her taraf bomboştu. Evin içinde hurma yapraklarından örülmüş bir hasır vardı. Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- onun üzerine yaslanmıştı. Kuru hasır, Peygamber Efendimiz’in mübarek teninde izler bırakmıştı. Bir köşede bir ölçek kadar arpa unu vardı. Onun yanında da çivide asılı eski bir su kırbası duruyordu. İşte hepsi bu kadar!.. Arabistan Yarımadası’nın Fahr-i Kainat Efendimiz’e boyun eğdiği bir günde O’nun dünyaya ait mal varlığı bunlardan ibaretti. Hazret-i Ömer bunları görünce, içini çekti. Kendini tutamadı, gözleri dolu dolu oldu ve ağladı. Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- :

“–Niçin ağlıyorsun ey Ömer?” diye sordu.
 

Admin

Administrator
Yönetici
Admin
Katılım
Nis 14, 2019
Mesajlar
1,558
Tepkime puanı
76
Puanları
0
O da:

“–Niçin ağlamayayım ya Rasulallah! Kayser ve Kisra dünya nımetleri içinde yüzüyor! Allah’ın Rasulü ise kuru hasır üzerinde yaşıyor!..” dedi.

Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Hazret-i Ömer’in gönlünü hoş etti ve:

“–Ağlama ey Ömer! Dünyanın -bütün nımet ve zevkleriyle- onların, ahiretin de bizim olmasını istemez misin?!.” buyurdu.[14]

Yine bu misale benzeyen bir hadisenin ardından:

“Dünya benim neyime gerek! Benimle dünyanın misali, bir yaz günü yolculuk yapıp da, bir ağaç altında gölgelenen, sonra da kalkıp yoluna devam eden kimseye benzemektedir.”[15] buyurdu.

Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- kıyamette dünya nımetlerinden hesap verme endişesiyle sık sık:

“Ey Rabbim! Beni fakir bir insan olarak yaşat; bana fakir bir insan olarak ölüm nasıb et; beni fakirlerle dirilt!” şeklinde dua ederlerdi. (Tirmizi, Zühd, 37/2352; İbn-i Mace, Zühd, 7)

Peygamberlerin hepsi cennete gireceklerine dair ilahı teminat altında oldukları halde, onlar da kendilerine verilen nımetlerden ve dıni teblığ edip etmediklerinden hesaba çekileceklerdir. A’raf suresinin 6. ayet-i kerımesinde şöyle buyrulur:

“Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri de gönderilen peygamberleri de mutlaka hesaba çekeceğiz!”
 

Admin

Administrator
Yönetici
Admin
Katılım
Nis 14, 2019
Mesajlar
1,558
Tepkime puanı
76
Puanları
0
PEYGAMBERİMİZİN NEZAKETİ

Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- o kadar ince ve hassas bir kalbe sahipti ki, bir gün yere tüküren bir adam gördüler. Mübarek sımaları birdenbire kızardı ve oldukları yerde kalakaldılar. Sahabı koşuştu. Tükrüğün üstünü kumla örttü. Ondan sonra Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- yollarına devam ettiler.

Elbiselerin düzeltilmesini emreden, giyim-kuşamda pejmürdeliği hoş görmeyen Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- saç ve sakalların dağınıklığını da tasvıb etmezlerdi. Nitekim bir gün Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- mesciddeyken, saçı sakalı karışmış bir adam çıkagelmişti. Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- eliyle ona saç ve sakalını düzeltmesini işaret etti. Adam, bu emri yerine getirdiğinde Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- :

“Bu hal, herhangi birinizin şeytan gibi saçı-başı dağınık dolaşmasından daha güzel değil mi?” buyurdular. (Muvatta, Şaar, 7)[16]

Yine Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün saçı-başı darmadağınık bir adam görmüşlerdi. Hayretle:

“Niçin bu adam saçlarını yıkayıp taramıyor?” buyurdular.

Üzerinde kirli elbiseler bulunan bir kimseyi gördüklerinde de:

“Bu zat elbiselerini yıkayacak su bulamıyor mu?” buyurarak müslümanların temiz ve tertipli olmaları gerektiğini ifade ettiler. (Ebu Davud, Libas, 14/4062; Nesaı, Zınet, 60)

Bir başka sefer, yine üstü başı dağınık olarak huzuruna gelen bir adama:

“Malın var mı? Halin vaktin nasıl?” diye sormuş, adamın maddı imkanının iyi olduğunu bildirmesi üzerine:

“O halde, Allah sana mal verince, eseri üzerinde görünsün!” diye onu ıkaz etmişlerdir. (Ebu Davud, Libas, 14/4063; Nesaı, Zınet, 54; Ahmed, IV, 137)

Başka bir hadıslerinde de:

“Allah, kuluna verdiği nımetin eserini onun üzerinde görmeyi sever.” buyurmuşlardır. (Tirmizı, Edeb, 54/2819; Ahmed, II, 311)

Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in örnek şahsiyeti; merhamet, nezaket, zarafet ve rikkat-i kalbiyenin zirvesini teşkil etmiştir. Kaba bir kimsenin:

“–Ey Muhammed, ey Muhammed!” diye defalarca bağırmasına rağmen her defasında yumuşak bir üslupla:

“–Buyur, isteğin nedir?” diye mukabelede bulunarak muhatabının kabalığına karşı daima nezaketle davranmışlardır.[17]

Yine Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- yüksek nezaketleri sebebiyle misafirlerine bizzat kendileri hizmet ve ikram ederlerdi. (Beyhakı, Şuab, VI, 518, VII, 436)

Çocukluğunda dahı hiçbir kimse ile nezaketi zedeleyici bir münakaşa ve mücadeleleri yoktu. Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- kendileri böylesine yüksek bir nezakete sahip olmakla birlikte, Ehl-i Beyt’ini de bu ahlak ile yetiştirmişlerdir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in torunu Hazret-i Hasan -radıyallahu anh-’ın şu hali buna ne güzel bir misaldir:

Hazret-i Hasan -radıyallahu anh- Kabe’yi tavaf edip Makam-ı İbrahim’de iki rekat namaz kılmış ve sonra ellerini yüce dergaha açarak:

“Ya Rabbı! Sen’in küçük ve zayıf kulun kapına geldi. Allah’ım! aciz hizmetçin kapına geldi. Ya Rabbı! Dilencin kapına geldi, Sen’in yoksulun kapına geldi!..” diye içli içli niyaz etmişti.

Bu yanık ilticanın ardından oradan ayrılan Hazret-i Hasan -radıyallahu anh- yolda bir ekmek parçasıyla karınlarını doyurmaya çalışan yoksul insanlara rastladı. Onların gönüllerini almak için yanlarına giderek selam verdi. Onlar da Hazret-i Hasan’ın bu nezaketinden çok memnun kalarak onu mütevazı yemeklerine davet ettiler.

Peygamber torunu Hazret-i Hasan -radıyallahu anh- nezaketen o yoksullarla birlikte oturdu ve:
 

Admin

Administrator
Yönetici
Admin
Katılım
Nis 14, 2019
Mesajlar
1,558
Tepkime puanı
76
Puanları
0
“–Bu ekmeğin sadaka olmadığını bilseydim sizinle birlikte yerdim.” buyurdu. Ardından da o yoksulların gönüllerini almak için yine büyük bir nezaketle:

“–Haydi kalkın, bizim eve gidelim!” dedi. O yoksulların karnını bir güzel doyurduktan sonra onlara elbiseler giydirdi, ceplerine de bir miktar para koyup uğurladı. Böylece onların gönüllerini fethetti. (Bkz. Ebşıhı, el-Müstatraf, Beyrut 1986, I, 31)

Bu nezaket ve zarafet, aynı zamanda Halık’ın şefkat ve merhamet nazarı ile insanlara bakış tarzının ne muhteşem bir misalidir. Hazret-i Hasan -radıyallahu anh-’ın bu haline diğer bir misal:

Bir gün Medıne bağlarına uğrayan Hasan -radıyallahu anh- orada zenci bir köle görür. Köle, elindeki ekmekten bir lokma kendisi yerken bir lokma da önündeki köpeğe yedirmektedir.

Hazret-i Hasan -radıyallahu anh- Cenab-ı Hakk’ın “Rahman” esmasının bu köledeki merhamet tecellısine hayran olur. Köleye neden böyle bir şey yaptığını sorduğunda, köle hayasından dolayı Hazret-i Hasan’ın yüzüne bakamaz. Bunun üzerine Hazret-i Hasan -radıyallahu anh-:

“–Delikanlı, sen kimsin?” diye sorar. Köle:

“–Hazret-i Osman’ın oğlu Eban’ın hizmetçisiyim.” der. Hazret-i Hasan -radıyallahu anh-:

“–Peki bu bağ kime ait?” diye sorunca, köle:

“–Hazret-i Osman oğlu Eban’a ait.” diye cevap verir. Hasan -radıyallahu anh- zahiren sıradan bir köle, fakat hakıkatte büyük bir Hak dostu ve maneviyat sultanı olan bu kişiye yakın olmak arzusuyla:

“–Sakın buradan bir yere ayrılma, birazdan buraya, senin yanına döneceğim.” diyerek oradan ayrılır ve bağın sahibi olan Eban’ın yanına varır. Hem bağı hem de o köleyi satın alır. Ardından tekrar kölenin yanına gelir ve:

“–Delikanlı! Seni satın aldım.” der. Bunun üzerine köle hürmetle ayağa kalkarak:

“–Başım-gözüm üstüne! İtaat; Allah’a, Rasulü’ne ve sanadır.” der. Hazret-i Hasan -radıyallahu anh- bu sözleri duyunca daha da duygulanır. Onun bu sadakati karşısında hayranlık duyguları artar. Kendisini bu derece duygu derinliğine sevk eden o kölenin gönül güzelliğine mukabil olarak:

“–Sen artık Allah için hürsün! Bu bağı da sana hibe ediyorum!” der. (İbn-i Manzur, Muhtasaru Tarıhi Dımeşk, VII, 25)
 

Admin

Administrator
Yönetici
Admin
Katılım
Nis 14, 2019
Mesajlar
1,558
Tepkime puanı
76
Puanları
0
PEYGAMBERİMİZİN EDEP VE HAYASI
Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- yüksek sesle konuşmazlardı. İnsanların yanından yavaşça ve tebessümle geçerlerdi. Hoşlanmadıkları kaba bir söz işitince insanların yüzlerine karşı bir şey söylemezlerdi. Yüz ifadeleri kendisinin halini yansıttığı için etrafındakiler, konuşmalarında ve hareketlerinde ihtiyatlı olurlardı. Yüksek haya duyguları sebebiyle, kahkaha ile gülmemişlerdi. Yalnız tebessüm halinde bulunurlardı. Sahabılerin ifadesine göre, örtüsüne bürünen bir genç kızdan daha hayalı idiler.

Hadıs-i şerıflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Haya ımandandır ve hayalı olan kimse cennettedir! Hayasızlık ise kalbin katılığındandır; kalbi katı olan da cehennemdedir!..” (Buharı, ıman, 16)

“Haya ve ıman bir aradadır; biri gittiğinde diğeri de gider!” (Taberanı, Evsat, VIII, 174; Beyhakı, Şuab, VI, 140)

“Kaba söz, ayıptan başka bir şey getirmez! Haya ve edep de girdiği yeri süsler!” (Müslim, Birr, 78; Ebu Davud, Cihad, 1)

Gerçek haya, dünya sevgisini kalpten çıkarmaya vesıle olan “ölümü hatırlamak”la elde edilir. Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- ashabına, daima Allah’tan hakkıyla haya etmelerini emrederdi. Bir defasında onların, Rablerine karşı haya sahibi olduklarını hamd ile ifade ettiklerinde Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- gerçek hayanın vücuttaki bütün uzuvları haramdan korumak, ölümü hatırdan çıkarmamak olduğunu beyan buyurdular. Ardından, ahireti arzu eden kimsenin dünya sevgisini terk etmesi gerektiğini de belirterek, ancak böyle yapanların Allah’tan hakkıyla haya etmiş olabileceğini söylediler. (Tirmizı, Kıyamet, 24/2458)

Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- kimsenin yüzüne dikkatle bakmazdı. Yere bakışı, semaya bakışından daha çoktu. Hayası ve yüksek şahsiyeti sebebiyle kimsenin hatasını yüzüne vurmazdı.

Hazret-i aişe validemizin ifadesiyle, kendisine birisinden hoşlanmadığı bir söz ulaştığında:

“Falana ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyor.” demez de, “Bazı kimselere ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyorlar.” buyururdu. (Ebu Davud, Edeb, 5/4788)

Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- bazen de muhataplarının hatasını onlara yakıştıramadığını hissettirmek maksadıyla:

“–Bana ne oluyor ki sizleri böyle görüyorum.” buyurur,[18] zarif bir üslub ile ıkaz ederdi.

Nasıhat ederken bile muhatabının üzülmemesi ve darılmaması için adeta titreyen O şanı yüce Peygamber, ulvı bir merhamet abidesiydi.

İşte bu nebevı ahlak ile ahlaklanmış olan Hak dostu Mevlana Hazretleri, mücerred hakıkatleri adeta müşahhas bir ifadeye büründürerek şöyle der:

“Aklım, kalbime; «ıman nedir?» diye sordu. Kalbim ise aklımın kulağına eğilerek; «ıman, edepten ibarettir.» dedi.”
 

Admin

Administrator
Yönetici
Admin
Katılım
Nis 14, 2019
Mesajlar
1,558
Tepkime puanı
76
Puanları
0
PEYGAMBERİMİZİN ŞECAATİ

Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den daha büyük bir kahraman tasavvur etmek mümkün değildir. Zira hayatında korku ve telaşa kapıldığı asla görülmemişti. Fevkalade haller karşısında sabır ve sebat gösterir, korku ve telaşa düşüp uygunsuz hareket etmezdi.

Kendisini öldürmek için bekleyenlerin arasından “Yasın Suresi”nin şu iki ayet-i kerımesini okuyarak korkusuzca geçmişti:

“Biz, onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelere kadar dayanmaktadır. Bu yüzden kafaları yukarı kalkıktır. Önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik de onların basıretlerini perdeledik; artık göremezler.” (Yasın, 8-9)

Hazret-i Ali -radıyallahu anh- buyurur:

“Bedir’de savaş bütün şiddetiyle devam ederken, bazen biz Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in arkasına sığınıyorduk. Hepimizin en cesuru O idi. Düşman saflarına en yakın yerde O bulunurdu.” (Ahmed, I, 86)

Yine Bera -radıyallahu anh- da Habıb-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şecaati hususunda şöyle buyurmuştur:

“Vallahi, biz savaş kızıştığında Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e sığınırdık. Bizim en cesurumuz, Allah Rasulü ile aynı hizada durabilendi.” (Müslim, Cihad, 79)

O, ıla-yı kelimetullah için, yani Allah’ın dıni en yüce olsun diye daima en önde savaşırdı. Huneyn Gazası’nda, başlangıçta İslam ordusunda meydana gelen çözülme karşısında O, metanetini hiç bozmayarak kendisini düşman saflarının ortasına atmış, bindiği hayvanını mütemadiyen ileri sürerek ashabının şecaatini artırmış ve nihayet Allah’ın yardımı ile de zafer nasıb olmuştur. (Müslim, Cihad, 76-81)

Şöyle buyurmaktaydı:

“Kudret ve iradesiyle yaşadığım Allah’a yemın olsun ki, Allah yolunda gaza edip şehıd olmayı, sonra (diriltilip) gaza ederek yine şehıd olmayı, tekrar gaza ederek yine şehid olmayı isterdim...” (Müslim, İmare, 103)
 

Admin

Administrator
Yönetici
Admin
Katılım
Nis 14, 2019
Mesajlar
1,558
Tepkime puanı
76
Puanları
0
PEYGAMBERİMİZİN YUMUŞAK HUYLULUĞU

Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- insan neslinin en mülayimi idi. (Müslim, Hac, 137) aişe validemiz şöyle der:

“Ahlakı Hazret-i Peygamber’den daha güzel bir başkası yoktur. Ashabından veya ailesinden kim O’nu çağırsa hemen, «Buyur!» derdi. Sahip olduğu yüce ahlak sebebiyle Allah Teala:

«Muhakkak ki Sen, büyük bir ahlak üzeresin!» (el-Kalem, 4) ayet-i kerımesini inzal buyurdu.” (Vahidı, s. 463)

Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- hayatında hiçbir zaman nefsi için intikam almamış, daima af tevzı etmiştir.

Yine Hazret-i aişe validemiz, O’nun yüce ahlakındaki mülayemet halinden birkaç hususu da şöyle ifade eder:

“O, hiç kimseyi ayıplamaz, kötülüğe mukabele etmez, af ve hoşgörüyle muamele eder, kötülükten uzak kalırdı. Nefsi için bir kimseden intikam almış değildir. Hiçbir köle ve hizmetçiye, hatta bir hayvana bile haksızlıkla dokunmamıştır...”[19]

Hazret-i Enes -radıyallahu anh- Fahr-i Kainat Efendimiz’i anlatırken şöyle demiştir:

“Ben Rasulullah’ın ellerinden daha yumuşak ne bir atlasa ne de bir ipeğe dokundum. Allah Rasulü’nün kokusundan daha hoş bir rayiha koklamadım. Efendimiz’e tam on yıl hizmet ettim. Bana bir defa bile «öf!» demedi. Yaptığım bir şey sebebiyle «Niçin böyle yaptın?» demediği gibi, yapmadığım bir şey sebebiyle de «Şöyle yapsan olmaz mıydı?» demedi. (Buharı, Savm 53, Menakıb 23; Müslim, Fezail 82)

Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir sahabıyi:

“Sende Allah’ın sevdiği iki güzel haslet var: Hilim (yumuşak huyluluk) ve teennı (ihtiyatlılık.)” sözleriyle medhetmişlerdi. (Müslim, ıman 25, 26)

Bedevınin biri, Mescid-i Nebevı’de küçük abdestini bozmuştu. Sahabıler hemen onu azarlamaya başladılar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- :

“–Adamı kendi haline bırakın. Abdest bozduğu yere bir kova su dökün. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.” buyurdular. (Buharı, Vudu’ 58, Edeb 80)

Sonra da o kimseye mescidlerin ehemmiyetini ve adabını tatlı bir dille ızah ettiler.

Enes -radıyallahu anh- şöyle der:

Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte yürüyordum. Üzerinde Necran kumaşından yapılmış, kenarları sert ve kalın bir hırka vardı. Bir bedevı Rasul-i Ekrem’e yetişerek hırkasını sertçe çekti. Hırkanın boynuna gelen kısmına baktım, bedevınin sertçe çekmesinden dolayı hırkanın kenarı boynuna oturmuştu. Daha sonra bedevı:

“–Ey Muhammed! Elinde bulunan Allah’a ait mallardan bana da verilmesini emret!” dedi.

Fahr-i Kainat Efendimiz, bedevıye dönüp tebessüm etti. Sonra da ona bir şeyler verilmesini emir buyurdu. (Buharı, Humüs 19, Libas 18, Edeb 68; Müslim, Zekat 128)

Nitekim O’nun teblığ vazıfesindeki muvaffakıyeti de, bu yüksek hallerinin bir bereketi olmuştur. Cenab-ı Hak, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu husustaki kemalini şöyle bildirir:

“(Ey Rasulüm!) O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet Sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi...” (al-i İmran, 159)

Gerçekten de o günkü cahiliye insanları, O’nun yumuşak tabiatlı, affedici, güzel ahlaklı, halım ve müsamahakar şahsiyeti karşısında bir mum gibi erimiş, vahşet ve huysuzluklarından kurtularak O insanlık nurunun etrafında pervane olmuşlardır. Çünkü O, insanlığın hüsranını değil, hidayetini istiyordu. Azabı değil, rahmeti temsil ediyordu.
 

Admin

Administrator
Yönetici
Admin
Katılım
Nis 14, 2019
Mesajlar
1,558
Tepkime puanı
76
Puanları
0
PEYGAMBERİMİZİN ŞEFKAT VE MERHAMETİ

Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bir hadıs-i şerıflerinde:

“Merhamet edenlere Rahman olan Allah Teala merhamet buyurur. Yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” buyurmuşlardır. (Tirmizı, Birr, 16/1924)

Çocuğu ağladığında annenin zor duruma düşmemesi ve bir an önce ona bakması için namazın kısaltılabileceğine müsaade etmesi, pek çok geceler, gözlerinden yaşlar boşanarak ümmetine dualar etmesi, bütün vaktini insanların cehennemden kurtulması için feda etmesi, Allah Rasulü’nde bulunan engin şefkatin en derin ve hassas nişaneleridir.

Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- alemlere rahmet olarak gönderildiği için O’nun sevgi ve merhameti, her canlıyı ihata etmişti. Bir gün kendisinden beddua etmesini istediler. O ise:

“Ben dünyaya beddua etmek için gönderilmedim, ben bir Rahmet Peygamberi’yim.” buyurdular. (Müslim, Fedail, 126; Tirmizı, Deavat, 118)

Müslümanlığı teblığ etmek için Taif’e gittiği zaman, cahil, putperest ve egoist Taif halkı kendisini taşlamışlardı. Dağlar Meleği, Hazret-i Cebrail ile gelerek Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:

“–Şu iki dağı birbirine çarparak bu kavmi helak edeyim mi?” deyince Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- razı olmadı:

“–Hayır, ben Cenab-ı Hak’tan onların soylarından sadece Allah’a ibadet edecek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak bir nesil getirmesini dilerim.” buyurdu. (Buharı, Bed’ü’l-halk, 7; Müslim, Cihad, 111)

Kendisini beldelerinden taşlayarak türlü hakaretlerle çıkaran ve hicrı 9. yıla kadar da şiddetle direnip müslümanlara pek çok zayiat verdiren bu Taifliler hakkında:

“Ya Rabbı! Sakıf Kabılesi’ne hidayet nasıb eyle! Onları bize gönder!” diye duaya devam etmiş, nihayetinde Taif halkı, müslüman olmak üzere Medıne-i Münevvere’ye gelmişlerdir. (İbn-i Hişam, IV, 134; Tirmizı, Menakıb, 73/3942)

Ebu Üseyd -radıyallahu anh- Bahreyn’den aldığı birtakım esirlerle Peygamber Efendimiz’in huzuruna gelmişti. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir kadın esirin ağladığını gördü. Ona:

“–Niçin ağlıyorsun?” diye sordu. Kadın:

“–Şu adam oğlumu sattı.” dedi. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Ebu Üseyd’e:

“–Onun oğlunu sattın mı?” diye sordu.

“–Evet.” cevabını alınca:

“–Kime?” buyurdu. Sahabı:

“–Abs Oğulları’na.” dedi. Bunun üzerine Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- o sahabıye:

“–Hayvanına bin ve hemen git, kadının oğlunu al ve getir.” buyurdu.[20]

Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şefkat ve merhameti, cihanşümul bir vasfa sahipti. Nitekim bir gün:

“–Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” buyurmuşlardı. Ashab-ı kiram:

“–Ya Rasulallah! Hepimiz merhametliyiz.” dediler. Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- :

“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilakis bütün mahlukata şamil olan merhamettir, (evet) bütün mahlukata şamil merhamet!..” (Hakim, IV, 185/7310)
 

Admin

Administrator
Yönetici
Admin
Katılım
Nis 14, 2019
Mesajlar
1,558
Tepkime puanı
76
Puanları
0
PEYGAMBERİMİZİN AFFEDİCİLİĞİ

Cenab-ı Hak affetmeyi sever. Kul, hatalarına karşı yürekten pişmanlık ve ıztırap duyarak tevbe ederse, Cenab-ı Allah, onun tevbesini kabul edeceğini vaad etmektedir. Yüce Rabbimiz, kendisi çok affedici olduğu gibi, kullarının da affedici olmasını ister.

Affın şartı; pişmanlık, Allah’ın emirlerine itaat etmek ve haramlardan kaçınmaktır. Affın en güzel misalleri, Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatındadır. Uhud Harbi’nde amcası Hazret-i Hamza’nın ciğerini hırsından dişleyen Hind’i, Mekke’nin fethi günü kelime-i tevhıdin şanı hürmetine affetmiştir.

Hebbar bin Esved, İslam düşmanlarının önde gelenlerinden idi. Mekke’den Medıne’ye devenin üzerinde hicret eden Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kızı Hazret-i Zeyneb’i mızrağıyla vurarak deveden aşağı itmişti. Hazret-i Zeyneb hamile olduğundan çocuğunu düşürmüş, ağır bir şekilde yaralanarak kanlar içinde kalmıştı. Bu yara daha sonra vefatına sebep olmuştu. Hebbar, bunun gibi daha birçok suç işlemişti. Mekke’nin fethinden sonra kaçtı ve ele geçirilemedi. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Medıne’de ashabıyla oturduğu bir esnada Hebbar, huzur-i saadete gelerek müslüman olduğunu bildirdi. Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- onu da affetti. Hatta ona hakaret edilmesini ve tarizde bulunulmasını bile yasakladı. (Vakıdı, II, 857-858)

Ebu Cehil’in oğlu İkrime, sayılı İslam düşmanlarındandı. Mekke’nin fethinden sonra Yemen’e kaçmıştı. Karısı, müslüman olarak onu Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına getirdi. Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- İkrime’yi memnuniyetle karşılayarak:

“Ey göçmen süvarı, hoş geldin!” buyurdu ve müslümanlara yaptığı zulmü yüzüne vurmayıp affetti. (Tirmizı, İsti’zan, 34/2735)

Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- sık sık:

“Allah’ım, ümmetimi affet, çünkü onlar bilmiyorlar!” diye dua ederdi. (İbn-i Mace, Menasik, 56; Ahmed, IV, 14)

Yemame’nin lideri Sümame bin Üsal müslüman olunca, Mekke müşrikleriyle olan ticarı ilişkisini kesmişti. Halbuki Kureyş, her türlü erzak ve ihtiyaçlarını hep Yemame’den alırlardı. Açlık ve kıtlığa düşen Mekkeliler şaşkınlık içinde Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e müracaat ettiler. Allah Rasulü, Sümame’ye mektup yazarak ticaretine devam etmesini söyledi.[21]

Halbuki o müşrikler, üç yıl boyunca müslümanları açlık içinde kıvrandırarak azab etmişlerdi. Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- bunları bile affetti.

Daha da ötesi, Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- hicretin 7. senesinde Hayber Fethi’nden sonra kuraklık ve kıtlığa duçar olan Mekke halkına altın, arpa ve hurma çekirdeği göndererek yardımda bulundu. Ebu Süfyan, bunların hepsini teslim alıp Kureyşlilerin fakirlerine dağıttı ve:

“–Allah, kardeşimin oğlunu hayırla mükafatlandırsın! Çünkü O, akrabalık hakkını gözetti!” diyerek duyduğu memnuniyeti ifade etti. (Ya’kubı, II, 56)

Böylesine büyük fazıletler karşısında gönülleri yumuşayan Mekke halkı, bir müddet sonra tamamen müslüman oldu.

Hudeybiye’de, baskın yaparak Allah Rasulü’nü öldürmek isteyen bir birlik gelmiş ve hepsi de yakalanmıştı. Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bunları da bağışladı. (Müslim, Cihad, 132, 133)

Hayber’in fethinden sonra bir kadın Allah Rasulü’nün yemeğine zehir koymuştu. Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- eti ağzına aldığında zehirli olduğunu fark etti. Yahudı kadın yemeğe zehir koyduğunu ıtiraf ettiği halde Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- o kadını affetti. (Buharı, Tıbb, 55; Müslim, Selam, 43)

Allah Rasulü, kendisine sihir yaparak hastalanıp ıztırap çekmesine sebep olan münafık yahudı Lebid’i ve onu bu işe teşvik eden kimseleri vahiy yoluyla öğrenmişti. Lakin Lebid’in bu cürmünü hiçbir zaman anmadı ve başına da kakmadı. Hayatına kastetmiş bulunan Lebid’i ve onun mensub olduğu Benı Zurayk yahudılerinden hiç kimseyi de öldürtmedi.[22] Çünkü Kur’an-ı Kerım’de:

“(Ey Rasulüm!) Sen af yolunu tut; bağışla; uygun olanı emret; cahillere aldırış etme!” (el-A’raf, 199) buyruluyordu.

Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbetle yaklaşarak O’nun affediciliğinden layıkıyla hisse alabilen arif kullar da ilahı affa nail olma ümıdiyle daima af yolunu tutmuştur. Nitekim Hallac-ı Mansur taşlanırken:

“–Ya Rabbı! Benden evvel, beni taşlayanları affet!” niyazında bulunmuştur.
 

Admin

Administrator
Yönetici
Admin
Katılım
Nis 14, 2019
Mesajlar
1,558
Tepkime puanı
76
Puanları
0
PEYGAMBERİMİZİN KOMŞU HAKKINA RİAYETİ

Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- komşu hakkına ıtina gösterilmesini arzu ederlerdi. Hadıs-i şerıfte:

“Cebrail bana komşuya iyilik etmeyi o kadar çok tavsiye etti ki neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.” buyurmuşlardır. (Buharı, Edeb, 28; Müslim, Birr, 140-141)

Diğer bir hadıs-i şerıflerinde de:

“Kafir olan komşunun bir hakkı vardır. Müslüman komşunun iki hakkı vardır. Müslüman ve akraba olan komşunun üç hakkı vardır.” buyurmuşlardır.[23]

Komşunun penceresine bakmak, yemek kokusu ile ona eziyet etmek, onun hoşlanmayacağı bir davranışta bulunmak, komşu haklarını ihlal etmektir. Fahr-i Kainat -sallallahu aleyhi ve sellem- :

“…Allah Teala’ya göre komşuların hayırlısı, komşusuna faydalı olandır.” (Tirmizı, Birr, 28)

“Komşusu açken tok yatan kimse mü’min değildir.” buyurmuşlardır. (Hakim, II, 15/2166) Ebu Zer Gıfarı Hazretleri:

“Bana Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- yemek pişireceğim zaman suyunu fazla koymamı, ondan komşuma infak etmemi emir buyurdular...” demiştir. (İbn-i Mace, Et’ıme, 58)

Ebu Zer -radıyallahu anh- sahabenin fakirlerindendi. Demek ki, komşu hakkını ıfaya yokluk dahı mazeret değildir. Ebu Hüreyre -radıyallahu anh-’tan rivayet edildiğine göre bir gün Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- :

“–Vallahi ıman etmiş olmaz, vallahi ıman etmiş olmaz, vallahi ıman etmiş olmaz!” buyurdular. Ashab-ı kiram:

“–Kim ıman etmiş olmaz, ya Rasulallah?” diye sordular. alemlerin Efendisi:

“–Yapacağı fenalıklardan komşusu emniyette olmayan kimse!” cevabını verdiler. (Buharı, Edeb, 29; Müslim, ıman, 73; Tirmizı, Kıyamet, 60) Diğer bir rivayete göre ise:

“Yapacağı fenalıklardan komşusu emniyet içinde olmayan kimse cennete giremez.” buyurdular. (Müslim, ıman, 73)
 

Admin

Administrator
Yönetici
Admin
Katılım
Nis 14, 2019
Mesajlar
1,558
Tepkime puanı
76
Puanları
0
PEYGAMBERİMİZİN FAKİRLERE MUaMELESİ

Peygamber Efendimiz; fakir, yetim, kimsesiz ve dullara şefkat ve yakınlığı ile tanınırdı. (Buharı, Nafakat, 1; Müslim, Zühd, 41-42) Maddı refah seviyesinin eksikliğini telafi için onlara çok müşfik davranırdı.

Ebu Saıd -radıyallahu anh- anlatıyor:

“Muhacirlerin fakirlerinden bir grupla birlikte oturmuştum. Bunlardan bir kısmı, (bütün vücudunu örten bir elbisesi olmadığı için) diğerleri(nin karaltısından istifade) ile iyice örtünmeye çalışıyorlardı. Bir kimse de bize Kur’an okuyordu. Derken Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- çıkageldi ve yanımızda durdu. Allah Rasulü’nün gelmesi üzerine Kur’an okuyan kimse okumayı bıraktı. Peygamber Efendimiz de selam verdi ve:

«–Ne yapıyorsunuz?» diye sordu.

«–Ey Allah’ın Rasulü! O hocamızdır, bize Kur’an okuyor. Biz de Allah Teala’nın kitabını dinliyoruz.» dedik. Bunun üzerine Fahr-i Kainat -sallallahu aleyhi ve sellem- :

«–Ümmetim arasında, kendileriyle birlikte sabretmem emredilen kimseleri yaratan Allah’a hamd olsun!» dedi.[24]

Sonra Allah Rasulü, büyük bir tevazu ile ortamıza oturdu. Eliyle işaret edip:

«–Şöyle (halka yapın!)» dedi. Cemaat hemen etrafında halka oldu ve yüzlerini O’na doğru çevirdi. Nihayet Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bizlere şu müjdeyi verdi:

«–Ey yoksul muhacirler, müjdeler olsun! Sizlere kıyamet gününde tam bir nur müjdeliyorum. Sizler cennete, zenginlerden yarım gün önce gireceksiniz. Bu yarım gün, (dünya günleriyle) beş yüz sene eder.»” (Ebu Davud, İlim, 13/3666)

Bir gün Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Medıne’de otururlarken ser-sefıl bir kabıle geldi; ayaklarında giyecek yoktu, açlıktan ve sıcaktan derileri kemiklerine yapışmıştı. Bunu gören Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- çok müteessir oldu, rengi değişti; Bilal -radıyallahu anh-’a ezan okutup ashab-ı kiramı topladı. Bu fakir kimselere yardım edilerek bolca ihsanda bulunulduğunu görünce biraz rahatladı. (Müslim, Zekat, 69-70; Ahmed, IV, 358, 361)

Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatı, pek çok harika, ibret verici, doğruluk, dürüstlük, sadakat, şefkat, merhamet ve nezaket tezahürleriyle doludur. Zevcesi Hazret-i aişe’ye:

“Ya aişe! Yarım hurmayla da olsa fakirleri geri çevirme. Ey aişe! Fakirleri sev ve onları kendine yaklaştır ki kıyamet günü Allah da seni kendisine yaklaştırsın.” diye tavsiyede bulunurlardı. (Tirmizı, Zühd, 37/2352)

Abbad bin Şurahbıl -radıyallahu anh- anlatıyor:

Bir zamanlar fakir düşmüştüm. Bunun üzerine Medıne bahçelerinden birine girdim. Başak ovup hem yedim hem de torbama aldım. Derken bahçe sahibi gelip beni yakaladı, dövdü, torbamı elimden aldı ve Rasulullah’a götürüp şikayet etti.

Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- bahçe sahibine:

“−Cahilken öğretmedin, açken doyurmadın!” buyurdu. Sonra bahçe sahibine torbamı iade etmesini söyledi. Daha sonra Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana bir veya yarım sa’ miktarında yiyecek verdi. (Ebu Davud, Cihad, 85/2620-2621; Nesaı, Kudat, 21)

İslam’da ilk önce suçun menşei araştırılır, suçlunun ıslahı için gayret sarf edilir. Bu yönüyle İslam hukukundaki cezalar, bir anne ve babanın çocuğunu cezalandırması gibidir. Gaye, onu ictimaı hayattan tard etmek değil, cemiyete yeniden kazandırmaktır.
 

Admin

Administrator
Yönetici
Admin
Katılım
Nis 14, 2019
Mesajlar
1,558
Tepkime puanı
76
Puanları
0
PEYGAMBERİMİZİN ESİR VE HİZMETÇİLERE MUaMELESİ

Allah Rasulü’nün şefkati, harp esirlerine kadar uzanır, onlara güzel muamele edilmesini emir buyururlardı. Mus’ab bin Umeyr’in biraderi Ebu Azız şu ibretli hadiseyi anlatmıştır:

“Bedir Savaşı’nda ben de esir düşmüş, Ensar’dan bir topluluğa teslım edilmiştim. Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- :

«−Esirlere güzel muamelede bulunun!» buyurmuştu.

O’nun bu emrini yerine getirmek için yanlarında bulunduğum Ensar cemaati, sabah-akşam hisselerine düşen ekmeği bana verir, kendileri hurma ile yetinirlerdi. Ben ise haya eder, ekmeği onlardan birine verirdim, o da hiç dokunmadan tekrar bana iade ederdi.” (Heysemı, VI, 86; İbn-i Hişam, II, 288)

Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- önceden beri devam edegelen kölelik sistemini kaldırmayı hedeflemiş ve bu yolda büyük adımlar atmıştır. O, her fırsatta köle azad etmeyi teşvik ederek, bunun büyük bir ibadet olduğunu söylemiştir. Bir mü’min, herhangi bir hususta yanlış yapıp da kefaret vermesi gerektiğinde ilk sırada hep köle azad etmeyi zikretmiştir. En yakın dostu Ebu Bekir -radıyallahu anh- servetinin büyük bir kısmını O’nun teşvıkiyle köle azad etmede harcamıştır.

Peygamber Efendimiz, bir gün Ebu Zer -radıyallahu anh-’ın gafleten kölesine sert davrandığına şahid olmuştu. Çok üzüldü ve:

“–Ya Eba Zer, sen hala cahiliye adeti üzerinde misin?” diye sordu. Devamla:

“Allah’ın yarattığına zarar verme! Meşrebine uymuyorsa onu azad et; fazla yük yükleme; yüklediğinde ise ona yardımcı ol!” buyurdu. (Buharı, ıman, 22; Müslim, Eyman, 38; Ebu Davud, Edeb, 123-124)

Adamın biri, kölesi ile cariyesini evlendirmişti. Daha sonra onları ayırmak istedi. Köle, durumu Hazret-i Peygamber’e arz etti. Bunun üzerine Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- köle sahibine:

“Evlenme ve boşanma hakkı sana ait değildir; sen karışma!” buyurdu. (İbn-i Mace, Talak, 31; Taberanı, Kebır, XI, 300)

Bu ve benzeri mes’uliyetler karşısında ashab-ı kiram, her zaman köle azadını tercih eder duruma geldiler. Gittikçe kölelik fiilen ortadan kalktı ve bugünlere gelindi. Yani harp hukuku olarak insanlık tarihinin gerçeklerinden biri olan kölelik zincirini insanın boynundan çıkaran, yine İslam olmuştur.

İslam, köle sahibine daima; “Yediğinden yedir, içtiğinden içir, giydiğinden giydir, fazla yük ve iş yükleme, onun ihtiyaçlarını karşıla!” telkıninde bulunmuştur. Köle azad etmeyi bir mü’min için daha iyi bir kurtuluş yolu ve amel-i salih olarak göstermiştir. Köleler için öyle haklar getirmiştir ki, bunlara riayet edildiğinde, neredeyse köle edinmemek, köle almaktan daha hayırlı hale gelmiş, köle sahibi olmak da bir nevı köle olmak manası taşımıştır. Allah Rasulü -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vefatı esnasındaki şu son sözleri çok manidardır:

“Namaza, özellikle namaza dikkat ediniz. Elinizin altında bulunanlar hakkında da Allah’tan korkunuz.” (Ebu Davud, Edeb, 123-124/5156; İbn-i Mace, Vasaya, 1)

Yani Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- köleliğin giriş kapılarını imkan nisbetinde kapatmış, çıkış kapılarını da sonuna kadar açmış ve bu durumdaki insanların hürriyete kavuşturulmalarını her fırsatta teşvık ve tervıc etmiştir. Köleliğe son vermek için bundan daha güzel bir metod olabilir mi? İslam’ın köleyi hangi mevkiye çıkarttığını görmek için şu gerçek kafı bir misaldir:

Malum olduğu üzere Bilal-i Habeşı, İslam’dan önce bir köle idi. Ancak müslüman oluşuyla birlikte Peygamber Efendimiz’in baş müezzini oldu ve kendisine bütün müezzinlerin pıri makamı verildi. Nitekim medeniyetimizin kulluk abideleri olan camilerimizin müezzin mahfillerinde yer alan: «Ya Hazret-i Bilal-i Habeşı» levhaları da bunun en canlı tezahürüdür.

Yine Hazret-i Hatıce validemizin Peygamber Efendimiz’e hediye ettiği bir köle olan Zeyd bin Harise -radıyallahu anh- Peygamber Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- tarafından azad edilmiş, o mübarek sahabı de peygamber aşığı bir mü’min olarak nice fazıletlerin örneği olmuştur. Onun oğlu Üsame -radıyallahu anh- da, bizzat Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- tarafından genç yaşta ordu kumandanı tayin edilmiştir.

Öte yandan, İspanya fatihi Tarık bin Ziyad’ın mazisi de, alınıp satılan, boynu tasmalı bir kölelik idi. Fakat İslam sayesinde o köle, insanlık şeref, izzet ve haysiyetine yakışır bir mevkıye yükseldi, İslam orduları kumandanı oldu.

Kısacası İslam, köleyi efendi durumuna getirmiştir. Zaten müşrikler bu sebeple İslam’a karşı çıkmışlardı. Günümüzün, yani 21. yüzyılın İslam’ı kabullenemeyen münkirleri de aynı özellikleri taşımıyor mu? Bugünün dünyasında gasp ediciler, nice hür insanları esir gibi yaşatmıyor mu? Sırf maddı imkanları sömürmek için masum ve çaresiz insanların hakları, hem de hürriyet adına gasp edilmiyor mu? Duyulunca kulaklara sıcak gelen isim ve terimlerle bugün insanlık dünyasında yaşanan acımasız modern kölelik sistemi, eski zalimlerinkinden farklı mı?

O halde dün köleliği ulvı prensip ve mes’uliyetlerle fiilen sıfıra indiren İslam’ın, insanı yücelten kıymet ve fazılet anlayışı, bugün de yeniden insanlığın reçetesi olmalıdır. Aksi halde insanlık; adı hürriyet, uygulaması esaret olan menfaatperest anlayışların pençesinde helak ve perişan olacaktır. Nerede dünyadaki zayıfları; kanları emilecek köleliğe mahkum varlıklar gibi görüp de vampirleşenlerin bozuk prensipleri; nerede, her vesileyle gerek esirler ve gerekse hizmetçiler hakkında Yüce Peygamber’inin mübarek lisanıyla:

“Onlar sizin kardeşlerinizdir; yediğinizden yedirin, içtiğinizden içirin!”[25] şeklinde ölçü koyan İslam’ın yüceliği!..

Onun için dün olduğu gibi bugün de insanlığın tek kurtuluş çaresi, Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. O’na bağlılıktır. Çünkü O, zengin-fakir, patron-işçi, efendi ve hizmetçi ne olursa olsun her insanı insan gibi yaşatmış, insanoğlunu insanlık haysiyetine kavuşturmuş ve bu yolda sarsılmaz ölçüler koymuştur. Öyle ki, ashab-ı kiramdan kendisine gelerek:

“–Hizmetçimizin kusurlarını ne kadar affedelim?” diye soran sahabıye:

“–Onu her gün yetmiş defa affediniz!” cevabını vermiştir. (Ebu Davud, Edeb, 123-124/5164; Tirmizı, Birr, 31/1949)

Merhamet ummanı Peygamber Efendimiz’in şu tavsiyesi, insanın gönlünü aziz tutma hususunda ka’bına varılmaz bir incelik, nezaket ve zarafet misalidir:

“Birinize hizmetçisi yemeğini getirince, onu beraber yemek üzere sofrasına oturtmayacaksa, hiç olmazsa bir iki lokma veya yiyecek bir iki şey versin. Zira yemeğin hararetini ve zahmetini o çekmiştir.” (Buharı, Et’ime, 55; Tirmizı, Et’ime, 44)

Allah Teala, dileseydi durumu tersine çevirip hizmetçiyi efendi, efendiyi de hizmetçi yapabilirdi. O halde Allah’a hamdedip emrimiz altındakilere güzel muamelede bulunmalıyız.